Yağmur yere düştüğünde su olur. Sınır tanımaz! Set çekilmezse ona, sel olur. Karşısına çıkılmaz. Tabi bu yağış oranı ile de alakalıdır. Gökyüzünün geniş tavanında bekleyen ne kadar büyük bir deniz varsa ve ne kadar hazırsa toprakla buluşmaya, sel olma ihtimali de ona göre değişim gösterir.
O gün sel olacak kadar yağmamıştı yağmur. İnce bir soğuk vardı. Pusuda bekliyordu sanki rüzgar. Zaman zaman esiyor ve açıkta kalan kulak, el, kırmızı yanaklar... Ne varsa kesmek istercesine vücuduna saldırıyordu insanın.
Adım seslerinin doldurup taşırdığı caddeye uzaktan bakıldığında, insanların acelesi göze çarpıyordu. Bir kadın kocasına acele etmesi için sesleniyor, kocası da ellerinde taşımakta zorlandığı kutuları, bir arada tutma gayreti içinde ses çıkarmadan kadına bakıyordu. Bir yanlış adım, belki de üstüne başına sefil bir görüntü bulaştıracaktı. Bir denge bozukluğu, sonrasındaki düşüş, onun için çok önemli olan, güzelim siyah takım elbisesini mahvedecek bir çamur banyosu demekti. Kendini bu durumdan sakınıyor, eşinin aceleci tavırlarına sakinliği ile gem vuruyordu.
İnsan... Nasıl oldu da topraktan bu kadar ayrıldı? Toprak ve su hamurumuz değil miydi? Yaratılışın sembolü nasıl da korkulan bir KİR halini almıştı? Yan yana uzayıp giden çatıların o görkemli gölgesinde insanlar yaşamaya devam ediyordu. Uzaktan bakınca hayatlarının ilk kanıtı hareketleriydi. Fakat dalgalar, ya da rüzgarın sürüklediği çalılar da hareket halindeydi. Biraz daha yaklaşınca sesler duyuluyordu. Ama doğanın sesi değil! İnsanın sesi. Hele ki o kalabalıkta küçücük bir kız, öyle büyülü bir sese sahipti ki... Sözcükleri kaldırımlardan taşıyor, su birikintilerine hayat katıyordu.
Louis Laplee sesin sahibinin olduğu o küçük bedene baktı. Zaman yavaşlamış ve insanlar ışığın izine dönüşmüştü. Şimdi bu kız Laplee‘nin gözünde öyle bir potansiyele sahipti ki, belkide o kaldırımdaki küçücük bedenin zamanla nasıl büyüyeceğini hatta şarkı söylerken sahnede nasıl öleceğini görmüştü.
Edith Piaf"ın hayat hikayesindeki kırılma anı işte buna benzer bir gündür. Küçücük bir kız sokakta şarkı söylemektedir, istediği için ya da şarkı söylemeyi kendince romantikleştirdiği için değil, sırf hayatta kalmasının bir yolu şarkı söylemek olduğu için. Dönem olarak sosyal medyanın hayali bile kurulmadığından o dönemde canlı performanslar çok daha ilgi çekici, hayatta kalmak için ufak da olsa bir gelir kapısıydı.
Sayın okuyucu, bugün ben de haddimi aşmamaya çalışan bir tavırla size birkaç grup ve bir kişiden bahsedeceğim. Şu an onların benim bu yazıyı yazdığımdan ve onları size önereceğimden haberleri yok. Fakat ben potansiyel gördüğümde desteklemeyi tercih ederim.
İlk önce Pembe Kayalar ve Köri adlı gruplardan bahsetmek istiyorum. Pembe Kayalar aslında İzmit içinde belli bir kitleye hakimler, yanlış hatırlamıyorsam 2 senedir de sahneye çıkıyorlar. Her şeyden önce enerjilerinin ve bir grup olabilmelerinin hakkını vermek lazım. Bana kalırsa kendilerine özgü şarkılar yapmaya başladıklarında güzel şeyler üreteceklerdir.
Bir diğer grup ise Köri adlı İzmit punk grubumuz. Fakat onlar biraz uyku halindeler sanki ve önlerinde sahne performansı adına çok daha uzun bir yol var. Ama "Tatildeyken" adlı bir şarkıyı 2 yıl önceden yayınlamışlar, kendilerine güvendiklerini belli etmişlerdi. Yanılmıyorsam önümüzdeki günlerde yeni bir şarkı daha yayınlayacaklar. Kocaeli bana kalırsa müzikal anlamda güçlü bir geleneğe sahip. Geçmişte buradan çıkmış gruplar ve sanatçılar var. Bakarsınız bu iki grubu bir kaç sene içinde bambaşka bir noktada görürüz.
Yazımı bitirmeden son bir arkadaşıma değinmek istiyorum. O oyunculuk okumak için Hacettepe Üniversitesi‘ni kazandı. “Bu çocuk acaba napıyor?” diye kendimize sorarken, iki adet şarkı attı önümüze. Kendi YouTube hesabından yayınladığı şarkıları ben gerçekten beğendim ve kesinlikle dinlemenizi tavsiye ediyorum.
Adı Oğuzhan Ağar, Göğe Vardı şarkısında geçen ve kendi sözleri olan "Islak çayırlarda bulutları süzerek, gün batarken uzanmak düşlere" diyerek. Bulutlar dolusu mutluluklar ve keyifli günler diliyorum.